İnsanın ömrü, yalnızca biyolojik bir süreç değil, varoluşun zamansal bir tecrübesidir. Zamanın akışıyla beraber fanilik de her gün biraz daha görünür olur. Bir günün bitişinde, ardımızda kalan şeylerin bir daha tekrarlanmayacağını bilmekte zamanı duyarız. Bu iz, yalnızca yaşlanmanın değil, insanın kendi sonluluğuna tanıklığının da işaretidir. Çünkü insan, zamanı yalnızca kullanan bir varlık değildir; o, bizzat zamanın içine doğmuş bir varlıktır. Zaman dışımızda akan bir mekanizma ya da sayaçtan çok, varlığımızın dokusudur. Her an kayıp giden şey, sadece dakikalar değil; bizizdir. Ve bütün bu hızın, oyalanmanın, verimlilik baskısının ortasında, faniliğimiz sessizce hükmünü sürdürür.

Kierkegaard: Sonluluk ve Sonsuzluk Gerilimi

“Kierkegaard’a göre insan, sonluluk ile sonsuzluğun arasında gerilmiş bir varlıktır. Bedenimiz ve ömrümüz sınırlıdır; ama ruhumuzda tükenmeyen bir sonsuzluk özlemi vardır. Bu iki uç arasındaki gerilim, insanın kaderidir. Kierkegaard, bu gerilimin insanda kaygı doğurduğunu söyler: kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir. Çünkü insan, zamanın her anında yeni bir seçim yapmakla yükümlüdür. Geçmiş geri gelmez, gelecek belirsizdir; fakat her ‘şimdi’, faniliğin gölgesinde alınacak yeni bir kararın alanıdır. Zaman böylece yalnızca ölçülen bir nicelik değil, insanın varoluşunu idrak etme biçimidir. Fanilik insana hem aciliyet hem de anlam katar: ömrün sınırlılığı, her seçimi daha sahici, her anı daha kıymetli kılar.” (Kierkegaard, 1997).

Heidegger: Ölüme-Doğru-Varlık

Heidegger, zamanı en çıplak haliyle ölümlülük üzerinden düşünür. Ona göre insan, sadece yaşayan değil, ölüme-doğru-varlıktır. Ölümlülüğümüz, zamanı ölçülüp biçilen bir çizelge olmaktan çıkarır; varoluşumuzun kalbine yerleştirir (Heidegger, 2008). Gündelik işlerin telaşı içinde çoğu zaman faniliğimizi unutur; biz de kendimizi sanki ölümsüzmüşüz gibi oyalarız. Ama beklenmedik bir hastalık, bir kayıp haberi ya da gece ansızın bastıran bir kaygı, ölümün sessiz yakınlığını bize yeniden hatırlatır. Zamanımızın sınırlılığını sergileyen bu hatırlayış, çoğu zaman sarsıcıdır. Ne var ki Heidegger için bu hatırlayış, felç edici değil; uyandırıcıdır. Sonluluk bilinci, yaşama asıl ağırlığını kazandırır. Ölümü bastırdığımızda hayat yüzeysel bir oyalanmaya dönüşür; ölümle yüzleştiğimizde ise her an derinleşir, ciddiyetle parlar. Fanilikle yüzleşmek, aslında bir anlamda, yaşamla daha sahici bağ kurmanın ve kendimiz adına anlamlı seçimler yapmanın yolunu açar. Zaman, bu yüzleşmeden sonra artık sıradan bir saat tik takı değildir. Ölüm bilinciyle yoğrulmuş zaman, bize ait bir varoluş sahasına dönüşür. Her anın tekrarı olmayan biricikliğini, her nefesin geri alınamayacak değerini ancak fanilik içinde kavrayabiliriz. İnsan ölümlüdür ve zamanı kendi varlığının aynası olarak deneyimler. Bizlere, bir yaş alırken aslında bir yaşı daha yitirdiğimizi düşündüren, zamanın aynasında kendimizi görüyor oluşumuzdur.

Sartre: Gelecek ve Özgürlüğün Yükü

Sartre’a göre insan, her daim kendini aşan, henüz olmadığı şeye yönelen bir varlıktır. Onun hayatı, donuk bir ‘şimdi’nin içinde değil, kendini sürekli geleceğe doğru projelendirmesinde şekillenir. Bu yüzden insan, gerçekleşmemiş ihtimallerin yükünü taşır; gelecek hem vaat hem de belirsizliktir (Sartre, 2021). Ama bu gelecek sonsuz değildir. Çünkü ömrümüz sınırlıdır, faniliğimiz vardır. Yapabileceğimiz şeylerin toplamı, hayallerimizin genişliğinden daha dardır. Zamanın ince koridorunda yürürüz; her seçimimiz bir kapıyı aralarken, bir diğerini de sessizce örter. Sartre’ın insanı, her an seçim yapmak zorundadır. Seçmemek bile bir ‘seçmek’tir; kaçınmak bile bir tavır. Ama her seçim, diğer ihtimallerin yok oluşunu da beraberinde getirir. Bir yolu seçtiğimizde, binlercesini artık seçemeyiz. Zaman, sadece akıp gitmez; akarken bizden sürekli ihtimaller alır, olanakları eksiltir. İşte bu yüzden zamanın akışı, insan için yalnızca bir ilerleyiş değil, bir tükeniştir de. Olasılıklar azalır, kapılar kapanır, bazen geriye telafisi olmayan kararların ağırlığı kalır. Ve insan, bu tükenişin tam ortasında özgürdür: Yaptığı her seçimden sorumludur. Sartre’ın “özgürlüğe mahkûmiyet” dediği şey, işte burada hissedilir. Zaman, bizi yalnızca yaşlandırmaz; aynı zamanda sürekli sorumluluk altında tutar. Çünkü her geçen dakika, seçtiğimiz ve seçemediğimiz ihtimallerin hesabını üzerimize yazar.

Viktor Frankl: Anlamın Zamanla İmtihanı

“Eğer ölümsüz olsaydık, her eylemi sonsuza dek erteleyebilirdik. […] Ama ölüm, geleceğimize kesin bir nokta ve imkânlarımıza aşılmaz bir sınır koyduğunda, ömrümüzü dolu dolu yaşamakla yükümlü oluruz. Hayat dediğimiz şey, sayısı sınırlı fırsatların toplamıdır; işte bu yüzden, bir kez gelen imkânların elimizden kayıp gitmesine seyirci kalamayız.” ―

Viktor E. Frankl, The Doctor and the Soul

Terapide bu hakikat en çok şu sözlerde görünür: “Vakit kaybetmek istemiyorum. Vaktimi boşa harcamak istemiyorum. Geç kalmaktan korkuyorum. Ya pişman olduğumda iş işten geçmiş olursa? Çünkü insan, faniliğini fark ettiğinde, zamanını nasıl dolduracağını da daha ciddiyetle sorar. Bu sorunun altında ölüm korkusu kadar, yaşama yönelmiş bir arzunun da sesi vardır: “Yaşamak istiyorum, ama nasıl?”

Frankl’a göre anlam, fanilik olmadan sahici değildir. Sonsuz ömre sahip olsaydık, hiçbir şeyin ağırlığı olmazdı. Ama sınırlı zaman, verdiğimiz kararları keskinleştirir, sevgimizi yoğunlaştırır, sorumluluğumuzu derinleştirir. Ölüm, hayatı küçültmez; aksine onu kıymetli kılar. Çünkü her şey bitebilir; bu yüzden, böylece, değerlidir (Frankl, 1965).

Yalom: Terapi Odasında Zaman ve Ölüm

Yalom, ölümü yaşamın dışına itilmiş bir olay değil, insanın varoluşunun merkezine yazılmış bir hakikat olarak görür. Ona göre ölüm kaygısı bastırıldığında, bu kaygı farklı maskelerle — panik, boşluk, tükenmişlik, anlamsızlık — geri döner. Ruhsal sıkıntıların çoğu, aslında ölümün hatırlattığı faniliğin üstünü örtme çabasının yan ürünleridir. Yalom’a göre terapistin görevi, bu yankıyı susturmak değil, ona kulak vermektir. Ölüm kaygısı inkâr edilmeden, bastırılmadan, konuşulabildiğinde; zamanın sınırlılığına rağmen, belki de tam da bu sınırlılık sayesinde, hayat daha yoğun ve daha sahici yaşanabilir. Ölüm, zamanın son noktasıdır; ama aynı zamanda her anı kıymetlendiren arka plandır. Terapide yapılacak olan, danışanın bu hakikati yavaş yavaş kabullenmesine, onunla birlikte yaşayabilmesine eşlik etmektir (Yalom, 2001).

Bizim Büyük Zamansallığımız

Bütün bu düşüncelerin ardından geriye kalan soru, belki de en yalın hâliyle şudur: Faniliğimizi ne yapacağız? İnkâr edebiliriz, unutur gibi yapabiliriz, oyalanarak üzerini örtebiliriz. Ama bütün bu çabalar, zamanı daha hızlı akıtmaktan başka bir şeye yaramaz. Çünkü zaman, biz istemesek de hükmünü sürdürür. Kierkegaard’ın işaret ettiği gerilim — sonlu bir ömürle sonsuzluğu özlemi arasında yaşamak — insanın kaderidir. Heidegger’in dediği gibi, ölüme-doğru-varlık olduğumuzu kabul etmeden, hayatımızın ciddiyetini kavrayamayız. Sartre’ın bize hatırlattığı gibi, her seçim bir vazgeçiştir; her adım, ardında kapalı kapılar bırakır. Frankl’ın deneyiminden öğrendiğimizse, tam da bu sınırlılık yüzünden anlamın değer kazandığıdır: sonsuz bir ömür olsaydı, hiçbir şeyin aciliyeti kalmazdı.

“Öz farkındalık büyük bir armağan, hayat kadar değerli bir hazinedir. Bizi insan yapan şeydir. Ama bedeli de çok ağırdır: ölümlülük yarası. Var oluşumuz, büyüyüp gelişeceğimiz ve kaçınılmaz bir şekilde ölüp yok olacağımız bilgisiyle gölgelenir.”

Irvin Yalom – Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek

Fanilik, insanın yarasıdır. Ve zamanın aynasında kendisini gören bizler, bu gerçeğin yakinen farkındayızdır. Böylece sonunda mesele şuraya varır: Fanilikten kaçamayız, ama onunla nasıl yaşayacağımıza karar verebiliriz. Belki de bu zamansal varlıklar olarak hayattaki en temel meselemiz ve en zorlu yüzleşmemizdir.

KAYNAKÇA

Frankl, V. E. (1965). The doctor and the soul: From psychotherapy to logotherapy. New York, NY: Bantam Books.

Heidegger, M. (2008). Varlık ve zaman (K. H. Ökten, Çev.). İstanbul: Agora Kitaplığı.

Kierkegaard, S. (1997). Ölümcül hastalık: Umutsuzluk (Çev. —). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Sartre, J. P. (2021). Varlık ve hiçlik (Çev. —). İstanbul: İthaki Yayınları.

Yalom, I. D. (2001). Varoluşçu psikoterapi (Z. İ. Babayiğit, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Yalom, I. D. (2010). Staring at the sun: Overcoming the terror of death. Hoboken, NJ: John Wiley & Sons.