Af ve Zaman
Zihnimizde ve yüreğimizde geçmişin yüklerini taşıyarak yürürüz. Zaman ilerler, takvim yaprakları değişir; fakat geçmişteki yaraların sızısı bazen ilk günkü tazeliğiyle kalır. İnsanın kendi hikâyesinde dönüp durduğu bir düğüm noktası vardır sanki: “Neden böyle oldu?” sorusuna takılı kalınan, yeniden yaşanamayacak bir anın etrafında dolaşan bir zihin. Geçmişin değiştirilemez oluşu omuzlara binen ağır bir gerçektir, geri döndürülmezlik varoluşumuzun kaçınılmaz bir koşuludur. Ve bazen bu gerçeğin ağırlığı altında, kırgınlıklarımızı birer kalkan gibi kuşanırız – bizi inciten şeyleri unutmadan, sürekli tetikte kalarak yaşamaya çalışırız. Ancak bu koruyucu sandığımız kalkan, aynı zamanda bizi hayattan ve ilerlemekten alıkoyan bir prangaya dönüşebilir. Öfke ve kin duygusu, geçmişin hayaletlerini hep yanı başımızda tutarak anın canlılığını zedeler; böylece geçmiş, şimdiyi esir alır.
Affetmenin Anlamı
Peki insan bu yükü nasıl hafifletebilir? Affetmek, bu noktada, yanlış anlaşılmaya açık bir kavram olarak çıkar karşımıza. Affetmek, kimi popüler inanışta sanıldığı gibi unutmak veya yapılan yanlışı yok saymak değildir. Aksine, unutamadığımız acıları başka bir gözle hatırlamanın yolunu bulmak; onların bıraktığı izi farklı bir anlamla yeniden dokumaktır. Böylece yaralarımız, hayat hikâyemizde ebedi bir karanlık olarak kalmaz; zamanla birlikte değişebilir, bizleri de değiştirebilir.
Affetmenin derininde, geçmişle yeni bir ilişki kurma cesareti yatar. Siyaset felsefecisi Hannah Arendt, “Affetmek, yalnızca tepki vermek yerine, yeni ve beklenmedik bir şekilde harekete geçmek demektir. Affetmeye yol açan eyleme bağlı değildir; bu yüzden hem affedeni hem de affedileni o eylemin sonuçlarından özgürleştirir,” demiştir (Arendt 1958, 240). Gerçekten de affetmek, bizi yaralayan olaya körü körüne tepki vermeyi bırakıp onun üzerimizdeki hükmünü sonlandıracak yeni bir tavır almaktır. Bu tavır, geçmişin değiştiremediğimiz gerçeğine rağmen geleceği farklı inşa edebileceğimiz inancını içerir. Arendt’nin işaret ettiği gibi, affetme edimi hem affeden kişiyi hem de affedileni, o geri alınamaz eylemin yarattığı sonuçların zincirinden azat eder. Bu, affetmenin zamanla kurduğu varoluşsal ilişkinin özüdür: Geçmişin esaretinden kurtulup şimdiye ve geleceğe doğru özgürce adım atabilmek. Affetmek, bir bakıma, zamanla yeniden ilişki kurabilmenin olanağıdır.
Elbette affetmek, ahlaki bir yükümlülüğün yerine getirilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Onu gerçek anlamıyla kavradığımızda, affetmenin ne yasal bir af ne de basitçe “büyüklük gösterip bağışlama” olmadığını görürüz. Zira affetme eylemi, koşulla, zorlamayla veya görev duygusuyla gerçekleşmez. Kimse bir başkasına, kalbinden affetmesini emredemez; böyle bir karar ancak incinmiş kişinin iç dünyasında filizlenebilir. Affetmek, bir kuralı yerine getirmek değil, kişinin kendi niyetliliğiyle verdiği derin bir karardır. Bu karar, adeta zamana karşı da bir duruştur: Yarayı dondurup sürekli kanatan intikam döngüsünü kırmayı, onun yerine akan zamanı başka bir hikâyeyle karşılamayı seçmektir.
Affetmenin Cesareti
Birini –ya da kendimizi– affetmek kolay değildir; aksine büyük bir cesaret gerektirir. Varoluşçu düşünür Søren Kierkegaard, affetmeyi neredeyse “akılsızca ve karşılıksız bir delilik” olarak niteler. Gerçekten affedebilmek için, insanın geçmişte maruz kaldığı incinmelerle yüzleşip onları kabullenmesi ve gelecekte yeniden incinmeye açık olmayı göze alması gerekir (Hanson, 2017). Affetmek, kendimizi korumak için ördüğümüz duvarlarda kasten bir gedik açmak gibidir – intikamın sağladığı sahte güçten vazgeçip tekrar incinebilir olmayı kabul etmek. Bu yönüyle affetme eylemi, zayıflık değil, büyük bir içsel güç ve güven ister. Çünkü affettiğimizde, karşımızdaki kişi değişmese bile biz kendimizi değiştirmeye razı oluruz; acının ve kızgınlığın bizi tanımlamasına izin vermek yerine, onlar olmadan da var olabileceğimizi ilan ederiz.
Kierkegaard’ın çılgınlık iması affetmenin barındırdığı riske işaret eder: Affetmek, yapılan kötülüğün getirdiği “haklı” öfkeye tutunmak yerine, bu öfkeyi bırakmayı içerir. Bu ise doğal adalet duygumuza aykırı ve akılsızca görünebilir. Ne var ki affetmemenin bedeli de vardır. Affetmediğimiz sürece, yaşanan kötülük bizi içten içe tanımlamaya, hatta kemirmeye devam eder. Danimarkalı düşünürün bakış açısına göre, affetmeyi reddetmek insanı bitmeyen bir kendinden nefret etme ve umutsuzluk döngüsüne hapseder (Hanson, 2017). Kişi, ona yapılan hatayı affetmeyerek aslında o hatanın hükmünü kendi ruhunda sürdürür; öfke ve nefretin esiri olur. Bu yüzden, affetmek bir yanıyla kendini bu kısır döngüden kurtarma eylemidir. Büyük cesaret gerektirmesinin nedeni de budur: İnsanın kendi karanlığıyla yüzleşip, onu dönüştürmeye niyet etmesi.
Affetme kararı nihayetinde bireyseldir ve son derece kişisel bir anlam taşır. Kimse bizi, hazır olmadığımız bir affediş yoluna zorlayamaz. Terapi odasını esas alarak söyleyecek olursak, affetmek danışana dikte edilecek bir reçete değil, ancak eşlik edilecek bir içsel yolculuktur. Kişi ne zaman ve kimi affedeceğine kendi iç pusulasıyla karar verir. Nitekim “yalnız ben, bana karşı işlenmiş bir yanlışı affedebilirim” düşüncesi doğrudur; affetmek, genelgeçer bir ödev olmaktan çok, yüzyüze olduğumuz bir sınavdır. Bu sınavda hiç kimse bizim yerimize “başarılı” olamaz. Bu anlamda affetmek, insanın hem kendine hem de bir başkasına karşı en özgün sorumluluğudur – bağışlamak veya bağışlamamak, ve her iki seçimin de yükünü taşımak. Her iki seçimi de sahiplenmek. Gerçek affediş, bir dayatmaya boyun eğmek değil, bile isteye bir karar vermek ve bu kararın sorumluluğunu üstlenmektir.
Zamanla Barışmak
Affetmek, nihayetinde insanın kendiyle ve zamanla kurduğu ilişkinin dönüşmesidir. Geçmişin yüküyle yaşamak, zamanı durdurmaya çalışmak gibidir – bir anıya saplanıp kalırız ve hayat akıp giderken biz o donmuş noktada tekrar tekrar yaralanırız. Affetmek ise zamanı tekrar akışına kavuşturmaktır. İleriye doğru atılan her adımda, geçmişin ayak bağı çözüldükçe insan biraz daha hafifler. Bu hafifleme, haksızlığı onaylamak ya da unutuşa teslim olmak anlamına gelmez; aksine, yaşananları tüm gerçekliğiyle kabul edip onların bizi tanımlamasına son vermek demektir. Affetmek, kendi hikâyenin kontrolünü yeniden eline almaktır: Artık kurban rolüne saplanıp kalmadan, yaşadığı deneyimi daha geniş bir resmin parçası haline getirebilmektir. Artık anlatıcısı olduğun bir geçmişin vardır, sadece kurbanı değil.
Varoluşçu Terapi Bağlamında Affetmek
Affetmek, varoluşçu terapide bir “teknik” ya da bir hedef olarak ele alınmaz. Affetmenin zamanını, yönünü ve olup olmayacağını belirleyecek bir protokol de yoktur. Çünkü varoluşçu yaklaşımda insan, hazır bir modelin içine oturtulmaz; tersine, kendi deneyiminin anlamını taşıyan bir özne olarak görülür. Bu nedenle affetmek, bir “yapılması gereken” olarak değil, bir gün olup olmayacağı bilinmeyen, danışanın kendi seçimleriyle şekillenecek bir ihtimal olarak kabul edilir.
Haliyle varoluşçu terapist, kişiyi affetmeye ikna etmez. Zaten amaç da bu değildir. Affetmenin mümkünlüğü, bazen acının içinden geçerek, bazen öfkenin içinde kalakalarak, bazen de artık yorgun düşerek kendiliğinden belirir. Çünkü affetmek, yalnızca ötekiyle ilgili değil, insanın kendi zamanı, kendi dünyası ve kendi varoluşuyla kurduğu ilişkiyle ilgilidir. Affetmek bir bağış ya da erdemden ziyade, bir karşılaşma olarak görülebilir:
Kişinin kendi acısıyla, sınırlarıyla, kırılganlığıyla yüzleşmesi; geçmişte bırakıldığı bir noktaya geri dönmeden, o geçmişi sahiplenerek yoluna devam edebilmesidir. Affetmek burada bir bitiş değil, kişinin yaşanmış olanı taşıma biçiminin değişmesidir.
Sonuçta affetmek, bir mucizevi çözüm ya da her yarayı saniyesinde iyileştiren bir büyü değildir; insan olmanın vazgeçilmez bir parçası olan acıyla yüzleşme ve onu dönüştürme olanağıdır. Hatta bazen, insanı, taşıdığı şeyle birlikte yol alabilir hale getiren en yakın olanaktır.
Kaynakça
Arendt, Hannah. The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press, 1958.
Hanson, Jeffrey. Kierkegaard and the Life of Faith: The Aesthetic, the Ethical, and the Religious in “Fear and Trembling”. Indiana University Press, 2017.
Görsel: Derain, André. Landscape by the Sea. 1906. Oil on canvas. Private collection.