Özgürlük Yorgunluğu

Güneşin ilk ışıklarıyla gözlerimizi açtığımız anda zihnimizde uçuşan sorular başlar. Hangi kıyafeti giymeli, kahvaltıda ne yemeli, günü nasıl geçirmeli? Bazen bir kıyafet reyonunda yüzlerce benzer ürün arasından hangisini alacağımıza karar vermeden oradan ayrılır, aynı şekilde bir akşam, onlarca film içinden birini gönlümüzce seçememenin garip sıkıntısıyla ekranı kapatıveririz. Özgürlük, hayalini kurduğumuz o sınırsız ferahlık yerine, omuzlarımıza çöken bir yük gibi hissettirmeye başlar. Seçenekler çoğaldıkça, karar vermek zorlaşır; özgürlük yorgunluğu dediğimiz şey tam da bu paradoksal deneyimden doğar.

Modern insanın özgürlükle kurduğu ilişki, bir bakıma yorucu bir aşk ilişkisine benziyor. Bir yandan özgür olmak, prangalarından kurtulmak istiyor; öte yandan sınırsız özgürlük, tutunacak bir dal bırakmadığında kayboluyor. Varoluşçu filozoflar Jean-Paul Sartre ve Søren Kierkegaard, özgürlüğün bu yıpratıcı yönünü yıllar önce derinlemesine ele almıştı. Onlara göre özgürlük, yalnızca bir nimet değil; beraberinde ağır bir sorumluluk ve derin bir kaygı getiren bir yüzleşme. Varoluşçu psikoterapi sürecinde de benzer şekilde, çağdaş insanın özgürlük karşısında yaşadığı kararsızlık, sorumluluk yükü, potansiyel baskısı, kaygı ve tükenmişlik temaları kendisine geniş bir alan buluyor.

 

Sartre: Özgürlüğe Mahkûm Olmak

20.yüzyılın önde gelen varoluşçularından Jean-Paul Sartre, özgürlüğü heyecan verici bir armağan olarak değil, insanın kaçamayacağı bir kader olarak görür. Ünlü sözünde “insan özgürlüğe mahkûmdur” der Sartre – çünkü bir kez dünyaya fırlatılan insan, yaptığı her şeyden bütünüyle kendisi sorumludur (Sartre, 2020). Yani ne yaparsak yapalım, sonuçlarının yükünü taşımaya mahkûmuz. Sartre’a göre insan her an bir seçim yapmak zorundadır ve seçmemeyi seçmek bile bir seçimdir. Kaçınamayacağımız bu özgürlük, ilk bakışta kulağa hoş gelse de muazzam bir sorumluluk yükü demektir.

Sartre, özgürlüğü bir mahkumiyet gibi tasvir eder. Gerçekten de özgür bir varlık olmak, beraberinde mutlak sorumluluk getirir. Kendi hayatımızın ipleri tamamen elimizdedir ve bu durum bizi “yalnız ve bahanesiz” bırakır. Hiçbir özrün arkasına saklanamayız; yaptığımız seçimler için bahane üretebileceğimiz aşkın bir kural veya kader de yoktur. Mutlak özgürlük, mutlak sorumluluğu gerektirir ve insan “kendi kendini yaratmak” zorunda olan tek varlıktır. Bu ağır özgürlük yükü, öyle bir noktaya varır ki Sartre insanın çoğu zaman bu yükten kaçmak için “kötü niyet” (mauvaise foi) dediği tutuma sığındığını söyler. Kişi, özgürlüğünün getirdiği sorumluluğu reddedip sanki mecburiyetlerin esiriymiş gibi davranarak kendini avutur. Ne var ki bu bir yanılsamadır: İnsan eninde sonunda özgürdür ve seçimlerinin hesabını başka hiç kimseye veremez. Sartre’ın romanlarında betimlediği bulantı hissi bile, bu özgürlüğün ağırlığıyla yüzleşen insanın duyduğu varoluşsal rahatsızlığın bir ifadesidir.

Kısacası Sartre için özgürlük, her an sırtımızda taşıdığımız kaçınılmaz bir yüktür. “Biz özgür olmaya mahkûmuz, bundan kendimizi hiçbir zaman uzak tutamayız” diye yazar Sartre; bu özgürlükten kaçmanın yolu yoktur ve bedeli, yaşamımızın tüm sorumluluğunu üstlenmektir. Özgürlüğün bu yönü insana hem büyük bir onur kazandırır – kendi hayatının yaratıcısı olma onuru – hem de bitmeyen bir yorgunluk verir. Her sabah yeniden özgür ve tek başına olduğumuzu hatırlamak, heyecan kadar bir yorgunluk da getirir. Sartre’ın felsefesinde, insanın özgürlüğü ne denli mutlaksa, omuzlarındaki yük de o denli ağırdır.

 

Kierkegaard: Özgürlüğün Baş Dönmesi

Varoluşçuluğun erken habercilerinden Søren Kierkegaard, özgürlüğün insanda uyandırdığı kaygıyı eşsiz bir benzetmeyle dile getirir. “Kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir,” der Kierkegaard. Peki bu ne anlama gelir? Kierkegaard’a göre insan, önünde uzanan sonsuz olasılıkları fark ettiği anda derin bir kaygı duyar. Her durumda birden çok seçeneğinin olduğunu ve sürekli birini tercih etmesi gerektiğini anlamak, onu ürkütür. Tercih etmemek bile bir seçenek olduğu için, tamamen seçim yapmaktan kaçmak imkânsızdır. İşte bu farkındalık, insanda baş dönmesini andıran bir varoluşsal tedirginlik yaratır (Kierkegaard, 1996).

Kierkegaard, bu durumu anlatmak için meşhur bir örnek verir: Yüksek bir uçurumun kenarında duran bir adamı hayal edin. Bu adam, elbette ki aşağı düşmekten korkar; ancak onu asıl dehşete düşüren, isterse aşağıya atlayabilecek özgürlüğe sahip olduğunu bilmektir. Düşme korkusundan bile büyük olan şey, atlayıvermekte özgür olduğu gerçeğidir. Özgürlüğün uçsuz bucaksız ihtimallerini iliklerinde hisseden insan, bunun yarattığı dehşet duygusuyla baş dönüdürücü bir halin içerisine girmektedir. Bu, kişinin düşmek istemesinden değil, özgür olduğu gerçeğinin kendisine ne kadar ağır geldiğini fark etmesindendir.

Bu özgürlük sarhoşluğu, Kierkegaard’ın gözünde insan olmanın özüne dair bir işarettir. Özgürlüğüyle karşılaşan insan kaygısıyla da yüzleşir; bu nedenle kaygı onun için bir  “özgürlük olanağıdır.” Yani özgür olabilmek için kaygı duymak adeta bir şarttır. Kaygı, özgürlüğün bedelidir ve ondan ayrı düşünülemez. Kişi, seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğu için kaygılanır; zira her seçim, beraberinde yanlış yapma ihtimalini, suçluluk ve pişmanlık riskini getirir. Kierkegaard’a göre insan iyiyi seçebildiği gibi kötüyü de seçebilir – ve bu ihtimal, seçim yapma sorumluluğunun kaygısını doğurur. Kaygı, işte bu yüzden, bizi insan yapan özgürlüğün ayrılmaz bir parçasıdır.

Kierkegaard’ın içgörüsü, günlük hayatımızda da kendini gösterir. Örneğin önemli bir karar arifesinde yaşadığımız o iç sarsıntı, aslında özgürlüğümüzün doğurduğu kaygıdır. Üniversite tercihini yaparken, yeni bir işe girerken, evlenip evlenmemeye karar verirken hissettiğimiz o mide kıpırtısı – hepsi içimizdeki özgürlüğün yankılarıdır. Özgür olmak, muazzam bir güç kadar muazzam bir endişe de verir. Özgürlük baş döndürür, çünkü seçeneklerin sonsuzluğu insanı hem büyüler hem ürkütür. Böylece çağlar öncesinden Kierkegaard, çağdaş insanın yaşadığı özgürlük paradoksunun kalbine ışık tutar: Özgürlük hem kurtuluş hem ağır bir kaygı yüküdür.

 

Varoluşçu Terapi: Özgürlüğün Getirdiği Yük

İnsanlık hallerini anlamaya çalışan varoluşçu psikoterapi, Sartre ve Kierkegaard gibi düşünürlerin ortaya koyduğu bu özgürlük paradoksunu pratiğe taşır. Ünlü terapist Irvin D. Yalom, özgürlüğü insanın yüzleştiği dört temel varoluşsal kaygı alanından biri olarak tanımlar. Yalom’a göre “özgürlük ve sorumluluk”, ölüm, izolasyon ve anlamsızlıkla birlikte, hayatın değişmez gerçeklerindendir. Terapide özgürlük, her zaman sorumluluk olgusuyla beraber ele alınır: Kişi, kendi yaşamının dümeninde olmanın getirdiği sorumlulukla nasıl başa çıkacağı sorusuyla karşı karşıyadır. Danışanlar, seçim yapma özgürlüğünün beraberinde getirdiği belirsizlik, karar verememe, yanlış yapma korkusu gibi dertlerle terapi odasına gelirler.

Nitekim günümüz insanı, imkanların çokluğu karşısında sık sık kararsızlık yaşıyor. Seçenekler o kadar bol ki, bir yöne gitmek zorlaşıyor. Artık pek çok insan hayatındaki aşırı seçim özgürlüğünden bunalmış halde terapiye geliyor; ne yapmak istediğini bilememenin, “tüm bu seçenekler arasında kaybolmanın” sıkıntısını yaşıyorlar. Kimsenin onlara ne yapmaları gerektiğini söylememesi bir yandan özgürleştirici, ama öte yandan korkutucu. Çünkü biliyoruz ki, eğer işler yolunda gitmezse suçlayabileceğimiz bir kader ya da otorite olmayacak – sorumluluk bizlere ait olacak.

Özgürlük yükü, uzun vadede kişide tükenmişlik hissine de yol açabilir. Sürekli kendi hayatının sürücüsü koltuğunda oturmak, devamlı kararlar almak, her hatanın sorumluluğunu üstlenmek oldukça yorucudur. Bu yüzden birçok insan, bilinçdışı da olsa, bu yükü hafifletmek için çeşitli savunma yollarına başvurur. Kimi, sorumluluktan kaçarak bir çeşit öğrenilmiş çaresizlik geliştirir – “elimden bir şey gelmez, olanlar oluyor” diyerek pasif bir akışa kendini bırakır. Kimi, seçim yapmaktan öylesine korkar ki hiç risk almadan, başkalarının çizdiği yollardan gitmeye razı olur; hayatını başkalarının “yapmalısın” dediği şekilde yaşamaya çalışır. Bir diğeri, zihinini meşgul edecek kompulsif uğraşlara sığınır – bitmek bilmez iş, oyun, alışveriş döngüleriyle gerçek seçeneklerin üzerini örter. Tüm bunlar, özgürlüğün getirdiği zeminsizlik hissinden kaçma çabalarıdır. Zira sınırsız özgürlük, insana yerden kesilmişlik duygusu verir; neye tutunacağını bilememe hissi doğurur. Aslında insan zihni, özgürlüğü isterken bir yandan da sınır ve yapı arar. Belirsizliğin boşluğu bunaltıcı hale gelince, kendi kendine görünmez duvarlar örer veya bir rehber arar. Gerçekten de sınırsız seçenek karşısında insan, yolunu kaybetmiş gibi hissedebilir ve bir yol gösterici, bir sınır arayışı başlar. Ancak ne yaparsak yapalım, eninde sonunda yine özgür olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiriz. İşte varoluşçu terapide amaç, danışanın bu sert gerçeği inkâr etmek yerine onunla yaşamayı öğrenmesine yardımcı olmaktır. Özgürlüğün getirdiği kaygıyı tamamen yok etmek belki mümkün değil, fakat onunla baş etme becerisi kazanmak – belki de o kaygıyı yaşam canlılığına dönüştürmek – hedeflenir. Son tahlilde, kendi hayatının sorumluluğunu taşımak, her ne kadar yorucu olsa da, kişinin otantik bir yaşam sürebilmesinin tek yoludur.

 

Özgürlükle Baş Başa: Yalnızlığın İnsani Yükü

Gecenin bir vakti kendi iç sesimizle baş başa kaldığımızda, özgürlüğün derin bir yalnızlık getirdiğini hissederiz. Varoluşçu düşünceye göre insan, en temelinde yapayalnız bir varlıktır – çünkü dünyadaki yerimizi seçen de, hayatımızı yaşayan da yalnız biziz. Elbette sevdiklerimiz, dostlarımız, toplumumuz vardır; fakat bizim adımıza kimse yaşayamıyor. Kendi iç dünyamızın merkezinde, bütün ipler bizim elimizde durur. Bu yüzden özgürlük, insanı kaçınılmaz olarak kendiyle yüz yüze bırakır. Hayatımızın anlamını da yönünü de son tahlilde biz belirlemek zorundayız – ve bu görev, başkasıyla gerçekten paylaşılamayan, derin bir yalnızlık hissi getiriyor.

Özgür insan, kendi seçimlerinin sonuçlarını tek başına taşır; kendi hayat hikâyesinin yazarıdır. Bu rol, büyük bir yaratıcılık potansiyeli içerir ama aynı zamanda o kalemi taşımak insanı yorar. “Ya yanlış yazarsam?” endişesi, “ya sayfalar boşa giderse?” korkusu yakamızı bırakmaz. Kimseye hesap vermeden yaşamak fikri dışarıdan cazip görünür; ancak insan bir kez bunu idrak etti mi, hesap verecek kimsenin olmamasının nasıl ağır bir sorumluluk olduğunu anlar. Kendi değerlerini kendi seçmek, hayatına yön vermek özgürlüğü muazzam bir yalnızlık da doğurur.

Diğer canlılar içgüdülerinin kılavuzluğunda yaşar gider; biz ise ne yapacağımıza karar vermek zorunda olmanın sancısını ve onurunu birlikte yaşarız. İnsanın trajedisi ve büyüklüğü, aynı kaynaktan beslenir: Özgür olması. Özgürüz, çünkü aklımız ve irademiz var – ve bu sayede dünya üzerinde benzeri olmayan şeyler yaratabiliyoruz. Ama özgürüz, çünkü hiçbir şey bize rehberlik etmiyor – ve bu yüzden dünyada eşi benzeri olmayan bir yalnızlığı da omuzluyoruz.

Belki de bu noktada yapılabilecek tek şey, bu insani yükü kabullenmek ve onu anlamlı kılmaktır. Özgürlükle gelen yalnızlık, bizi birbirimize de yaklaştırabilir aslında – çünkü herkesin içinde taşıdığı bu görünmez yük ortak insanlık halimizdir. Hepimiz, kendi içimizdeki boşlukta yankılanan sorularla boğuşuyoruz. “Doğru mu yapıyorum?”, “Hayatımın anlamı ne olacak?” gibi sorular, geceleri farklı bedenlerde uykuları kaçırsa da, özünde hepimizi birleştirir. İster Sartre’ın bunaltısı, ister Kierkegaard’ın kaygısı diyelim; özgürlüğün yükü aslında paylaştığımız bir insanlık durumudur.

Özgürlük yorgunluğu, yaşamımızın dizginlerini elimizde tutmanın getirdiği bitkinliktir. Fakat aynı zamanda, o dizginlerin elimizde olması, hayatımızı bizim yapar. Kendi seçimlerimizin bedelini ödemek yorucudur ama bu bedel sayesinde yaşamımız bizim eserimizdir. Varoluşçu psikoterapistlerin de vurguladığı gibi, bu yüke rağmen insan, hayatına kendi verdiği anlamla tutunabilir. Özgürlüğün yalnızlığı ne kadar kaçınılmazsa, ondan doğacak anlam da o kadar mümkündür. Sonuçta, kendi hayatımızı seçmekle lanetli olabiliriz – ama bir o kadar da, kendi hayatımızı seçmekle kutsanmışızdır. İşte bu ikilem, insan olmanın ta kendisidir: Özgür ve yorgun, yalnız ama anlam arayışıyla dopdolu… Ve belki de en nihayetinde, bu yükü paylaşamasak da birbirimizin bu yük altında verdiği mücadeleyi anladığımızda, daha derin bir empati ve bağ kurabiliriz.

Özgürlük, insanı yorar. Fakat o yorgunluk, canlılığımızın kanıtıdır. Her yeni günde hissettiğimiz kararsızlık, omuzlarımızdaki sorumluluk sızısı, varoluşumuzun canlılığını gösterir. Özgürlükle baş başa kalmak, zor ama insanca bir deneyimdir – bizi inciten de büyüten de odur. Bu ikilemle yaşamayı öğrenmek, belki de insan olmanın en büyük sanatıdır. Son kertede, özgürlüğümüzün ağırlığını sırtladıkça kendi hikâyemizi yazıyor, o yorgunlukta kendimizi, kendi gerçeğimizi buluyoruz.

 

Kaynakça

Kierkegaard, Søren. Kaygı Kavramı. Çev. Hüseyin Batuhan. İstanbul: Say Yayınları, 1996.

Sartre, Jean-Paul. Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi. Çev. Saffet Babür. İstanbul: İthaki Yayınları, 2020.

Görsel: Derain, André. Landscape near Cassis. 1907. Oil on canvas. Museum Barberini, Potsdam.