Kendine Yabancılaşma: En Sessiz Tehlike

Hayat, -kendimize göz kulak olmadığımızda- yanımızdan sessizce geçip gitmekte ustadır. Hele ki dönüp de bu geçen ve geçip giden şeyin kimin hayatı olduğunu sormuyorsak.

İnsan olmak, zaman zaman arzularından, duygularından, bedeninden, anlam ve amaçlarından uzak düşmeye; bu parçaları anlamlandırmakta zorlanmaya meyilli olmaktır. Kimimiz bu hali daha süreğen ve kemikleşmiş biçimde yaşarken, kimimiz için bu uzaklaşma dönemsel ve daha yeni yaşanmış kopmalar olarak ortaya çıkabilir. Kimse kendine yabancılaşmaktan bütünüyle muaf değildir ama bu durum da sonsuz bir kader değildir.

Esas mesele, kendimizi tamamen tanımak ve sabit bir kimlikle yaşamak değil; nasıl yaşadığımızı sorgulayabilecek bir uyanıklığa, meraka ve dikkatli bir içe bakışa sahip olmaktır.

Kendine yabancılaşma, ne yalnızca bireysel bir zayıflık ne de basit bir kimlik karmaşasıdır. Bu, felsefi olarak da derinlemesine ele alınmış bir meseledir. Varoluşçu filozoflarMartin Heidegger, Jean-Paul Sartre, Søren Kierkegaard başta olmak üzere — insanın kendinden kopmasını anlamlandırmak için güçlü kavramlar geliştirmişlerdir. Onların sunduğu düşünce yapıları, bugünkü psikoterapi çerçevesinde de kendine yabancılaşma hallerini anlamamız için önemli ipuçları sunar.

 

 

“Herkes Gibi” Yaşamak: Heidegger’in “das Man” Kavramı

Toplum içinde yaşarken farkında olmadan kendimizi anonim bir kalabalığın parçası haline getirebiliriz. Martin Heidegger, bireyin öznelliğini yitirip “herkes gibi” yaşamaya başlamasına “das Man” (Türkçede sıklıkla Onlar veya Herkes diye aktarılır) adını verir.

Das Man, kendi kararlarımız yerine toplumsal normların ve beklentilerin bizi yönettiği, bir nevi sürü düzeninde var olma halidir. Heidegger’e göre insan, ortalama gündelik yaşamında sürekli olarak bu das Man’ın içinde dağılır; kendi özgün benliğinden uzaklaşıp bir “herkes” benliği geliştirir. Böyle yaptığımızda, “yapılması bekleneni yaparak” yaşamımızı sürdürürken, aslında kendi seçimlerimizin ve hayatımızın sahibi olmayı başaramayız.

Bu şekilde sürdürülen bir varoluş, Heidegger’in deyimiyle eigentlich (sahici, özgün) değil, uneigentlich yani özgün olmayan, bize ait olmayan bir varoluştur (Heidegger, 2008).

Heidegger, incelediği bu gayri sahici yaşam durumunu tarif ederken oldukça çarpıcı ifadeler kullanır. Das Man içinde yaşayan kişi, artık “kendisi değildir”, hatta “kendini yitirmiş (Selbstverlorenheit) ve kendine yabancılaşmış” hale gelmiştir der (Varga ve Guignon, 2023).

Burada “yabancılaşma”, tam da kişinin kendi varoluşuna dönük bir kopuş yaşamasıdır: Başkalarının doğrularına göre yaşayan, “herkesin yaptığını yapan” birey, nihayetinde kendi varoluşunu kurma sorumluluğunu unutmaya, kendini bir nesne gibi dışarıdan seyretmeye başlar.

Bu durum ilk bakışta kaçınılmaz gibi görünse de Heidegger, insanın yine de sahiciliğe dönebilme potansiyeli olduğunu söyler. İki önemli deneyim bu dönüşümün kapısını aralar: Kaygı (Angst) ve ölüm farkındalığı.

Kaygı anlarında, alışıldık dünyamız bir anda yıkılır ve kendimizi tüm “dünya desteklerinden yoksun”, yapayalnız bir birey olarak buluruz.
Bu sarsıcı deneyim, bizi içinde kaybolduğumuz das Man kalabalığından ayırarak “tek başına bir ben” olarak yüzleşmeye zorlar.
Kaygı, bizi “herkesin” dünyasından koparır.
Yani o gündelik konfor alanından — rollerinden, görevlerinden, alışkanlıklarından, kimliklerinden…
Ve bizi şu soruları duymaya çağırır:

    • “Ben kimim?”

    • “Ben burada ne yapıyorum?”

    • “Her şey bu kadar anlamsızsa, peki ne kalıyor geriye?”

    • “Şimdi ne yapacağım?”

Benzer şekilde, ölümlülüğümüzün bilincine varmak da yaşamımızın aslında başkalarınca değil, bizzat bizim tarafımızdan yaşanması gereken bir proje olduğunu hatırlatır. Heidegger, bu iç yüzleşmeleri yaşayan bireyin kendi varlığına karşı sorumluluk hisseden, “kendi olma” yolunda kararlı adımlar atabilen sahici bir Dasein (varlık) haline gelebileceğini belirtir (Varga ve Guignon, 2023).

Özetle, Heidegger’in das Man kavramı bize şunu gösterir:

Eğer hayatımızı başkalarının reçeteleriyle, toplumun anonim kalıplarıyla sürdürürsek, bir gün kendimize fazlasıyla yabancılaşmış olduğumuzu fark edebiliriz.
Bu yabancılaşma, çevremize uyum sağlamak uğruna kendimiz olmaktan vazgeçmemizin bedelidir.
Ancak kaygıyla yüzleşme cesareti ve ölüme dair farkındalık, bizi yeniden kendi varoluşumuza sahip çıkmaya çağırır.
“Ben kimim?” sorusunu sormak ilk bakışta huzursuzluk verse de, bu huzursuzluk kendimize dönmenin, das Man uykusundan uyanmanın bir işaret fişeğidir.

 

Sartre’ın “Bad Faith (Kötü İnanç)” Kavramı: Kendi Hakikatinden Kaçmak

Günlük yaşamda, bazen bir role sığınırız. Sanki hep öyleymişiz gibi davranır, bir kimliğin içinde sabitleniriz. “Ben zaten böyleyim,” deriz. Oysa içimizde bir yer, bu cümlelerin bizi ne kadar daralttığını sezer.

Fransız varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre, insanın bu tür varoluşsal kaçışına kötü inanç (mauvaise foi) adını verir. Kötü inanç, kişinin özgürlüğünü ve olanaklarını görmezden gelerek, kendini sabit bir öz gibi yaşamaya başlamasıdır. Bu bir tür “kendini kandırma” gibi görünse de, Sartre’a göre ortada ne klasik anlamda bir yalan ne de tam bir bilince sahip özne vardır. Kişi, hem inandığı hem de bir yanıyla inanmadığı bir hikâyenin içinde yaşar. Sahtekârlık gibi hissedilir belki, ama bu sahtekârlık başkalarına değil, doğrudan kendinedir — hem yapan hem de maruz kalandır insan burada.

Sartre için kötü inanç, ahlaki bir suç değil, insanın kendi özgürlüğünün ağırlığından kaçmak için başvurduğu varoluşsal bir savunmadır.

Kötü inancın klasik örneklerinden biri, Sartre’ın anlattığı garson durumudur: Bir kafe garsonu, rolünün gereklerini o kadar abartır ki hareketleri, konuşması, tavırları “mükemmel bir garson”un parodisine dönüşür. Aslında bu kişi, kendini sadece bir “garson” kimliğiyle tanımlayarak kendi özgürlüğünü unutmaya çalışmaktadır.

Zira Sartre’a göre insan, kendini tanımlayabileceği sabit bir öz taşımayan, her an seçim yapabilen ve bu yüzden bütünüyle özgür, fakat özgürlüğünün sorumluluğuyla “mahkûm” bir varlıktır. Kötü inanç içindeki birey ise bu özgürlüğün getirdiği ağırlıktan kaçmak için sanki sabit bir özmüş gibi davranır (Varga ve Guignon, 2023).

Örneğin “Ben yapım gereği böyleyim, değişemem” diyen bir kişi, aslında kendi özgürlük ve seçeneklerini inkâr ederek rahatlamaya çalışır.

Kötü inanç, bazen özgürlüğümüzü inkâr ederek (örneğin kendimizi “sadece bir dişli, önemsiz bir memur” olarak görüp büyük tercihler yapmaktan kaçınarak), bazen de sorumluluktan kaçarak tezahür eder. Sonuçta kişi, kendi hakikatinden kaçmak uğruna yapay bir role sığınır.

ean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik (Being and Nothingness) adlı eserinde “kötü inanç” (bad faith) kavramını derinlemesine inceler. Ona göre insan, hem “kendinde varlık” (être-en-soi / facticity: geçmişi, bedeni, sosyal konumu gibi verilmiş koşulları) hem de “kendi için varlık” (être-pour-soi / transcendence: geleceğe yönelik tasarılar kurabilme ve seçim yapabilme kapasitesi) olarak var olur. Bu ikili yapı, insanın varoluşuna içkin bir gerilim yaratır.

Kötü inanç, bu gerilimi inkâr etme çabasıdır:

    • Ya sadece facticity’ye sığınıp “ben buyum, elimden bir şey gelmez” deriz,

    • Ya da tam tersi, gerçek koşullarımızı görmezden gelip boş bir özgürlük iddiasına kapılırız.

Her iki durumda da gerçek benliğimizin bir boyutunu yadsımış oluruz.

Oysa Sartre, sahici yaşamın bu iki boyutu da kucaklamayı gerektirdiğini öne sürer. Otantik insan, ne tamamen toplumsal rol maskelerinin ardına saklanıp kendini nesneleştirir, ne de gerçek dünyanın sınırlarını yok sayan kibirli bir özgürlük yanılsamasına kapılır. Bunun yerine, durumunun tüm gerçekliğini açık bir bilinçle görür, bu durumun getirdiği seçimlerin sorumluluğunu cesaretle üstlenir.

Sartre’ın ünlü sözlerinden biri: “Otantiklik, kişinin içinde bulunduğu durumun sorumluluk ve risklerini — bazen dehşet ve nefretle bile olsa — gerçek ve berrak bir bilinçle üstlenmesidir.” (1948: 90)

Bu tutum, kişinin kendine karşı dürüst olması, kısacası kendini kandırmaktan vazgeçmesidir.

Bir danışanın dilinden ifade edersek:

Kötü inanç içindeki kişi, “aslında olmak istediğim kişi bu değil ama başka çarem yok” diyerek kendi yaşam öyküsünü adeta başkasının kaleminden okunuyormuş gibi yaşar.

Oysa gerçek şu ki, çaremiz de seçimimiz de — her zaman kolay olmasa da — vardır.

Kendine yabancılaşma, çoğu zaman kendi gerçeğimizle yüzleşmekten kaçınmamızın bir sonucu olarak derinleşir. Sartre’ın kuramı bize, bu yabancılaşmayı kırmanın yolunun öncelikle kendimize karşı radikal bir dürüstlük göstermekte yattığını hatırlatır.

Kendi yalanlarımızı bozmak acı verici olabilir; fakat bu sayede varoluşumuzun iplerini yeniden elimize alabiliriz.

 

Kierkegaard: Birey Olma Cesareti ve “Kendin Ol” Çağrısı

Varoluşçu felsefenin 19. yüzyıldaki öncülerinden Søren Kierkegaard, bireyin kalabalık içinde kaybolmasına karşı, kendi olma cesaretini savunan ilk güçlü varoluşçu seslerden biridir.

Danimarkalı filozof, “Kendini seçmek cesaret ister” derken tam da birey olmanın zorluğuna işaret ediyordu. Her gün yaptığımız sayısız küçük büyük seçim arasında gerçekten “kendimiz için” olanları yapabilmek, çevrenin ve geleneğin yönlendirdiği tercihlerden sıyrılıp benliğimizi ortaya koymak cesaretini gerektirir.

Kierkegaard, geleneklerin, toplumsal normların ve başkalarının beklentilerinin hayatımıza yön vermede çok güçlü olduğunu vurgular; bu güçlerden bağımsızlaşarak kendimizi kurmak ise kolay değildir ve bu nedenle ancak cesur bir eylem olabilir.

İnsan olmak, yani var olmak, bizzat kendi olmak için daimî bir çabadır.

Ona göre birey, her an kendini seçme sorumluluğuyla karşı karşıyadır; fakat çoğu insan bu sorumluluktan kaçarak sıradanlığın güvenli limanına sığınır. Nitekim Kierkegaard, insanların çoğunun “uyanık yaşamaktansa, öylesine ve sürüklenerek yaşadığını” söyler.

Kendi olmanın ilk adımı, bireyin “uykudan uyanır gibi” kendine gelmesi, hayatını ne denli otopilotta geçirdiğini fark etmesidir. Bu fark ediş genellikle kaygıyla birlikte gelir.

Kierkegaard, Kaygı Kavramı eserinde, belirsizlik ve özgürlük karşısında duyulan varoluşsal kaygının, kişinin kendini bulması için bir önkoşul olduğunu belirtir. Çünkü belirsizlikle yüzleşmek, gerçek anlamda birey olmanın bedelidir (Kierkegaard, 2004).

İnsan doğası gereği kolay olana meyleder: Kendi seçimlerinin belirsizliği ve getirdiği kaygıyla yaşamak yerine, bir grubun parçası olmanın rahatlığını tercih etmek yaygın bir tavırdır.

Kierkegaard bu durumu sert biçimde eleştirir: Sırf yanlış seçim yapma korkusuyla, kişi özgün yolunu inşa etmekten vazgeçip toplumun hazır yolunu benimserse, belki kısa vadede huzur bulur ama uzun vadede benliğinin keşfinden mahrum kalır.

Kendi olma cesareti göstermeyen kişi, hayatı aslında yaşamıyor, yalnızca idare ediyor gibidir. Filozof, kalabalığın bir parçası olmayı “kendini unutmanın” en kolay yolu olarak görür.

İnsanın kendini yitirmesi, bütün tehlikelerin en büyüğüdür — ve bu kayıp, dünyada öylesine sessiz, öylesine fark edilmeden gerçekleşebilir ki, sanki hiçbir şey olmamış gibidir. Oysa başka hiçbir yitim böylesine sessiz değildir; bir kol, bir bacak, beş dolar ya da bir eş yitirildiğinde, mutlaka bir iz bırakır, mutlaka fark edilir.
— Søren Kierkegaard, The Sickness Unto Death

Gerçekten de başkalarının düşüncelerini, beklentilerini olduğu gibi devralan, kendi olanaklarını ve özgürlüğünü yadsıyan biri, bir gün bakar ki kendi hayatından dışarı düşmüşkendine yabancılaşmıştır.

Kierkegaard’a göre bu tablo bir kader değildir; aksine, her an kırılabilir. Çözüm, “kendi olmak için inat etmek”, bir bakıma kendini tutkulu bir şekilde seçmektir.

Filozof, “Kendini seçmek cesaret ister” derken sadece bir slogan atmıyor; devamında, kişinin kendini seçebilmesi için önce bir “sağaltım savaşı” vermesi gerektiğini söylüyordu.

Bu savaş, bireyin içsel yolculuğunda, kendi benliğini işgal eden yabancı unsurlara – toplumun dayattığı roller, aile ve çevrenin beklentileri, içselleştirilmiş yargılar – karşı giriştiği mücadeledir.

Bu zorlu yolun köşe taşları ise şunlardır:

    • Kendi varoluş sorumluluğunu yüklenmek,

    • Özgür seçimlerini hayata geçirmek,

    • Bu seçimlerin sonuçlarını kabullenmek.

İşte ancak bu şekilde insan, kendine karşı dürüst ve tutarlı kalarak, sahte rahatlıklar yerine hakiki bir yaşamı kucaklayabilir.

Özetlemek gerekirse, Kierkegaard bizlere “birey olma cesareti” aşılar. Kalabalığın içinde eriyip gitmek kolay ve risksizdir; oysa kendi olmak çaba, cesaret ve bazen de kaygı gerektirir.Fakat bu cesaret gösterildiğinde, kişi kendi hayatının öznesi olma yolunda önemli bir adım atar. Kierkegaard’ın mesajı, bugün terapi odasında da karşılığını bulur. Danışanın yaptığı seçimlerin ne kadar kendisine ait olduğu onun varoluşsal sürecinde önemli bir araştırmadır.

Bu araştırma, Kierkegaard’ın felsefesindeki “kendi olma” idealinin bir yansımasıdır ve kendine yabancılaşma riskine karşı kişiyi daha uyanık kılar.

 

Sonuç: Yabancılaşmadan Otantikliğe Giden Yol

“Kendine yabancılaşma: ben kimim ve ne zamandan beri (böyleyim)?”

Bu soru, aslında her insanın hayatında bir dönüm noktasında karşısına dikilen bir aynadır. Bu aynada, yılların alışkanlıkları, başkalarının biçtiği roller, kendi ertelediğimiz arzularımız ve hayallerimiz görünür.

Kimi zaman bir kriz anı – bir kayıp, bir hastalık, bir başarısızlık – bu aynayı aniden önümüze tutar; kimi zaman da hafiften için için sızlayan bir memnuniyetsizlik duygusu, bir şeylerin yolunda gitmediğine dair belirsiz bir his şeklinde belirir.

Sebebi ne olursa olsun, kişinin kendine yabancılaştığını fark etmesi acı verir ama aynı zamanda bir fırsattır.

Heidegger, Sartre, Kierkegaard gibi düşünürlerin ortak mesajı, bu acının bir uyanış çağrısı olduğudur.

    • Heidegger bize, herkes gibi yaşamanın konforunda kendimizi kaybettiğimizi;

    • Sartre, kendimizi kandırarak özgürlüğümüzden kaçtığımızı;

    • Kierkegaard ise, birey olma cesareti göstermeyerek sahte huzurlara razı olduğumuzu anlatır.

Tüm bu anlatıların kesişim noktası şudur:

İnsan, kendi olma olanaklarına sahip bir varlıktır.
Yabancılaşma kaderimiz değildir; tercihlerimizin (ya da tercihsizliklerimizin) bir sonucudur.

Öyleyse, bu gidişi tersine çevirmek de elimizdedir.

Elbette, kendine dönmenin bedeli vardır. Bu bedel, belki huzursuzlanmak, belki toplumun onayını riske atmak, belki de kendimizle yüzleşirken duyacağımız derin bir kaygıdır.

Ama sahte bir yaşamın ağırlığına kıyasla, bu bedel hafiftir. Çünkü kendine yabancılaşmış bir insan, hayatta her şeye sahip olsa bile içindeki eksiklik duygusundan kurtulamaz; çünkü o eksiklik, artık sadece bir his değil; bizzat kendisidir.

 

Kaynakça

Heidegger, M. (2008). Varlık ve Zaman (K. H. Ökten, Çev.). İstanbul: Agora Kitaplığı.

Kierkegaard, S. (2004). Kaygı Kavramı (V. Taşdelen, Çev.). Ankara: Hece Yayınları.

Kierkegaard, S. (1997). Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk (M. M. Yakupoğlu, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Sartre, J.-P. (1943). Varlık ve Hiçlik (Being and Nothingness).

Sartre, Jean-Paul, 1948, Anti-semite and Jew, New York: Schocken Press.

Varga, S., & Guignon, C. (2023). Authenticity. In E. N. Zalta & U. Nodelman (Eds.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2023 Edition). Metaphysics Research Lab, Stanford University.